Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna” romanının
adını “Kürt” olarak gören-okuyan kişilere rastlamayan yok gibidir. Bunun izahatını
yapmak niyetinde değilim, belki de algıda küçük bir sapma veya “Kürt” olanın
kişisel deneyimi diyelim… Türkçe
dersinde 100 Temel Eser arasında öğrencilere okutulmasında “sakınca” olmayan bu
romanın ne zaman adı geçse, öğrencilerimde küçük bir şaşkınlık görürüm. Kürd’ün
nasıl “Kürk” olduğuyla ilgili deneyimlerinden önce bunun aslında birçok kişide
görülen bir “yanılsama” olmadığını anlamam için, öğretmenliğe yeni başladığım
Midyat’ta ilk öğrencilerimden Mehmet Emin’le yaşadığım “Kürklük halini”
anlatmam gerekecek…
Mehmet Emin dediysem de, o her zaman adını “Hemedemîn”
olarak bitiştirerek söylediğini peşinen belirtmem gerekiyor. 2004’te 12 yaşında
olan Mehmet Emin şimdi, ne yapar ne eder bilmiyorum ama merak ediyorum; acaba
adını Mehmet Emin olarak telaffuz edebiliyor mu Hemed Emîn? Belki de askerlikte
künyesini nasıl söyleyeceğini öğretmişler, “doğru” teleffuz edememişse başına
iş almıştır! Ben yine de onu Hemed Emîn olarak görmek istediğimden eminim…
Öğretmenlikte ilk yılım. Estel- Midyat arası yarı
Kürt yarı Arap (Mehelmi) olan bir okulun “yerli” bir Türkçe öğretmeni olarak göreve
başladım. Okulda toplam 6 sınıf vardı,
en kötü sınıf da Hemed Emin’in sınıfıydı. Sonradan bu sınıfın kaç öğretmen
değiştirdiğini öğrendiğimde meselenin vahametini anlayabilmiştim. Durumdan
haberdar olan birçok veli çocuklarını bu sınıftan almıştı, geriye velileri
olmayan bir sınıf kalmış gibiydi. Bu da yetmezmiş Hemed Emînlerin sınıfına, veterinerlikten
öğretmenliğe geçirilen biri (Refah-Yol dönemi öğretmen yapılanlardan mesleğe
adapte olamayandan) bu sınıfın bir yıl öğretmenliğini yapmıştı. Adam sessiz
sakin, mesai niyetine sınıfa girip çıkan, arada çocukları susturmak dışında,
sadece sınıf defterini doldurmuş ve çocukları her gün “beden eğitimi”yle
başından salıvermişti. Halen öğretmenlik yaptığını bilmiyorum ama birçok
çocuğun hayatına “fecaatle" girdiğini biliyorum… Hal böyleyken bu sınıf
benim için bir enkazdı, onlarla daha fazla ilgilenmem gerekiyordu…
Böyle bir sınıfta Hemed Emîn öğrencilerin en
vahimiydi. Okuma becerisi bile zayıfken ona nasıl Türkçe öğretebilirdim? Kürt
öğretmenlerin yaşadığı “milli eğitim” çelişkilerinin uçlarındaydım. Görevim,
dolaysız Türkçe öğretmekti! Meselemiz de
budur ya…
Gelelim Hemed Emîn’e; kamburlaşmış bedeniyle
yaşlanmış sarışın bir çocuktu… (Hemed Emîn’i merak eden tıp öğrencisi abimin,
onun bu durumuna “Progeria sendromu” demişti.)
Sabah derslerine gelmediğini gözlemlediğim Hemed Emîn’i birkaç defa uyardığım
halde geç gelmelerine devam ediyordu. Kimi öğretmenler Hemed Emîn’in “özel”
öğretime gitmesi gerektiğini iddia ediyordu. Eğer öğrenci öğrenmiyorsa, önce
rehberlik servisine oradan da “özel” eğitime havale edilmesi gerekiyordu.
Ancak Hemed Emîn gerizekalı değildi! Farklı özellikleri ve ayrı bir dünyası
vardı. Bu sorunu çözmek için çağrıldığı halde okula gelmeyen ailesine uğramayı
bir ara akıl ettim ve gittim…
Evlerinin kapısı açıktı. Kapıdan içeriye “Malê!”
diye seslendim, gelen Hemed Emîn’in annesiydi. Peşinden gelenlerle birlikte
evdeki çocukların en büyüğü olduğunu yeni anladığım Hemed Emîn de vardı. Kapıda
bekleyen “beni”, annesine iki cümleyle tanıtmıştı. Ben de aynı pratiklikle
meseleyi o anda açıvermiştim. Onay ve destek beklerken, Hemed Emîn’in annesi:
- Ma wê çi
bibê xoce? Vî siwêlekî îdare bikin, yox yaz nekin! (Ne olacak Hoca? Şu zavallıyı
idare edin, onu var gösterin!) demesiyle durumu fazlasıyla kavramıştım. Hemed
Emîn’in annesi için “oqûme-yazme” öğrenmesi yeterliydi. Şundan da emin olmuştum
ki Hemed Emîn’in çalışması bu aile için zorunluydu. Babası uzak bir yerde
inşaatlarda çalışıyordu, onca çocuğa bakmak ve ev geçindirmek evin büyüğü Hemen
Emîn’e kalmıştı. O zaman resim tamamlanmıştı; Hemed Emin bir öğrenci değildi,
hamaldı! Üç tekerlekli arabasıyla sebze halinde çalışıyordu. Evlerinden çıkarken bu üç tekerlekli arabasını
fark etmiştim.
Evet, tam da
ziyaretimden sonra sınıfın favorisi, benim için Hemed Emîn’di. Artık onunla
daha yakından ilgileniyordum. Hatta bu ilgim karşılıksız kalmamıştı. O da annesinden
habersiz sabah derslerime geldiği için hal mesaisinden kısmaya bile başlamıştı…
Heceleyerek okumasını geliştirmeye çalışıyorduk.
Kürklü geçen dersin günü gelmişti… Hemed Emînlerin
sınıfında Ömer Seyfettin’in kuşaklar boyu milli eğitim müfredatındaki “Küfe”
manzumesini işliyoruz. (Aynı manzumeyi 10 küsür yıl önce okumuş(!) ve ben de
anlayamamıştım. Hatta ortaokulun ilk iki yılında baraj dersi olan Türkçeden
geçer not olan “iki” aldığım için “teşekkür” belgesini almaya hak
kazanamıyordum. Neyse ki orta ikiden sonraki yılda Patoloji dersinden kalan tıp
öğrencisi abim o yıl bizimleydi, bana halk kütüphanesinden bir çocuk kitabı getirmişti.
(Tam hatırlamıyorum ama kitabın kapağında ve adında “Postal” olduğu için bu
kelimeyi o gün örenmiştim.) Gerçi bu kitabı anlamamıştım. Yine de abim birkaç
kitap daha getirmişti, onları da anlamamıştım. O da benimle uğraşmayı
bırakmıştı. Bu da “iyi” olmuştu, inatla okuma denemelerime başlamıştım.
Okuduğum kitaplardaki cümleleri anlamaya başlamış gibiydim. Orta son sınıfta “takdir”
edildim elbette!) Neyse, malum stajyer Türkçe
öğretmeni hallerinden erken kurtulabilmek için derse hazırlıklı gidiyorum. Usul
öyle olagelmiş: Çocukların bilemeyeceğini “hasbelkader” tahmin ettiğim
“sözcükleri, söz öbeklerini…” belirliyorum, tabii her defasında derste hiç
hesapta olmayan kelimeleri bile öğretilecekler listesine eklemek zorunda
kalıyorum…
Karatahtaya yazıyorum: “Küfe, mu’tâda inkıyâd,
buhayre, iskandil, selâmetin yolu, lisân-ı hâl, amma rükûa niyyet eden, O
sâl-hûrde harab evlerin saçakları, hamal küfesi, bitâb düştü ta öteye…” İlk kelime olan Küfe’yi başlıyorum anlatmaya.
Kelimeyi her tarafından çekiştirerek çocuklara izah etmeye başlıyorum…
Küfe mi? O da nedir? Evet, tahtadaki kelimelere
anlam veremeyen çocuklarla küfe’de kalıvermiştik. Daha ilk kelimede
tökezlediğimi hissediyordum. Son bir çabayla küfe’yi taşıyan bir hamal gibi
sandalyeyi sırtıma aldığım gibi Hemed Emîn’in sırasının önüne gelinceye kadar
nihayet sınıfın çoğu anlamıştı… Hemed Emîn de anlar gibi yapıyordu, ama bütün
dikkatim onun üstündeydi. O da aynı şekilde şaşkın gözlerle bana bakıyordu,
onay beklediğimi görünce mekanik kafa hareketleriyle “He, anledım,” diyordu.
- Rast bêje, anladın mı? (Doğru söyle, anladın mı?)
- Hewet, anledım xocam!
- Tobe heram be law, heger anledın Hemed Emîn.
(Yalanın batsın anladıysan Mehmet Emin!)
Hemed Emîn gibi konuşunca çocuklar da neşelenmişti;
ama Hemed Emîn tedirgin olmuştu durumdan, şaka yapmadığımı anlamıştı. Bu defa peşini
bırakmayacağımı sezmiş gibiydi. Çocuklar da ciddi olduğumu görünce gülmeyi
bırakmışlardı. Hemed Emîn’e özel, son bir defa Küfe’yi baştan
anlatmaya-canlandırmaya başladım.
Herkesten önce onun anlaması gerekiyordu. Ne de olsa üç tekerlekli bir
küfesi vardı. Küfe’nin muhatabı karşımdaydı, yine sordum:
- Şimdi söyle bakalım, Küfe nedir?
- Anladım Xocam!
- Baş e, te çi fam kir, bêje? (Tamam, neyi
anladığını söyle?)
…
Türkçeyi sonradan öğrenenlerin (ben dahil)
öğretmenin ne sorduğunu bilmeyen-anlamayan öğrencilerin tipik davranışıdır,
suspus olmak… Bu da fayda etmezse elini açmaktır! Bir nevi, öğretmenin
hışmından kurtulmak için yapılan başvurulan bir yöntemdir: Vur git! (Belgesellerde
avcıyı savmak için tehlikedeki canlının yaptığı “ölü taklidi”ni de hatırlamanızı
öneririm.)
Beni duymuyor gibiydi… Ne zaman, nasıl olduğunu
hatırlamıyorum ama bir anda ellerim yakasında Hemed Emîn’i sarsıyorum:
- Zembîl ûlan, zembîl!!! (Küfe ulan Küfe!)
O an Hemed Emîn’nin dili çözülmüştü, üstelik
gülüyordu da…
- Ma tu çima ji sibê de nabêjî xocam! (Niye en baştan
beri demiyorsun hocam?)
Kendimi iyice kaptırdığımı o an fark ediyorum,
yavaşça yakasından elimi çekip “Belê, sen de haklısın,” gıyabında mırın kırın
ediyorum. Aslında ona kızmadığımı, bunu da bir oyun olarak yaptığımı belirten
birkaç kem küm ettikten sonra çocukların oyunun böyle sürmesinden yana
olduklarını seziyorum… Nihayetinde Küfe’nin Zembil’liğini kanıtlayabilmiştim.
Dersi orda bırakıp, biraz da sezdirmeden bir özür mahiyetinde Hemed Emîn’în
gönlünü almaya ve onunla şakalaşmaya çalışıyorum… Her derste rutine bağladığım
sorularıma sıra geliyordu…
- Mehmet Emin, adın nedir?
- Hemed Emîn, xocam!
- Peki, kaç dil biliyorsun?
- Üç tane, xocam.
- Söyle bakalım, hangileri?
- Türçe…
-Êêê, ev yek! (Tamam bu bir!)
- Û bir de Kürkçe xocam!
- Waa! Wekî din? Hani üç taneydi?
- û Mehelmîce.
- Waa…. İlginç… Ê başqe? İngilizce de bilmiyor
musun?
- Nıççç! Ben hêç anlemıyorum Îngişçeyi xocam.
- Hım, aferın Hemed Emîn. Peki en çok hangisini
biliyorsun?
-Helbet Kürkçe xocam!
- Na lo? Gerçekten mi?
Hemed Emîn, az önceki tatsız olayı hepten unutmuş,
sırıtarak soruyor:
- Xocam?
- Bejê Hemed Emîn? (Söyle Hemed Emîn?)
- Sen Kürksün?
-Baban kürktür ûlan kundir!
Bu defa iki elimle yakasına yapışmıştım ve onu
sarsıyordum! Bu saldırım iyice hoşuna gitmişti. Onu bıraktıktan sonra “Neyse
çocuklar, yoklama alayım,” dememle daha ilk teneffüs zili çalmadan, Hemed Emîn
çantasını hazırlamıştı bile, işe gidecekti.
- Xêr e Hemed Emîn? (Hayrola Hemed Emîn, nereye?)
- Ez ê çim îş! Tiştek lazim e? (İşe gidiyorum.
İstediğiniz bir şey var mı?)
Kaçarı yok,
gidecekti. Birden söylenmiş bulundum:
- Du kîlo bacan, kîlok îsot, bexdûnis… (İki kilo
domates, bir kilo biber, maydanoz…)
- Serçavan xocam! (Başım üstüne hocam!)
- Temam, ka bisekine, hişte pere! (Tamam dur, şu
parayı al!)
- Ma ne eyb e xocam, ma halo dibê? (Ayıp değil mi
hocam, böyle olur mu?)
- Bigire koro, çawa nabe kundur! (Al yavrum, nasıl
olmaz kabak!)
- Tew camêr, pera qebûl nake jî! (Şuna bak, üstelik
para da kabul etmiyor beyefendi!)
“Tamam, çıkabilirsin” demeye kalmadan Hemed Emîn yine
üçtekerlekli küfesine koşmuştu. Öğle
paydosunda Hemed Emîn arabasıyla okul kapısında siparişlerimle bekliyordu. Onu
daha önce bu kadar kendinden emin görmemiştim. O kürklü günden sonra sebze-meyve
tedarikçim oluvermişti Hemed Emîn…
Bugün bile Hemed Emîn gibi binlerce çocuk “Türçe”
bilmediği için veya “milli eğitime” sığamadıklarından “özel” eğitime havale
ediliyor. Bu öğrencilerin bir kısmını anlayabilecek “Kürk” öğretmenlerin
binlercesi görevden alındı. Belki de Mehmet Emin’in Hemed Emîn olduğunu
unutmayan öğretmenler, çaresiz ve sessizce sıranın kendilerine gelmesini bekliyordur!
Bu yıl da anadilde eğitim güme gitti Hemed Emîn,
umarım küçük kardeşlerin bizimle aynı kaderi paylaşmaz! Gittikçe eksiliyoruz,
gittikçe Türçeleşiyoruz Hemed Emîn...
Ve halen Kürt Mantolu Madonna romanı yazan biri
çıkmadı…
Türçe Ortmeni
Çetoyê Zêdo
Çetoyê Zêdo
*Sosyal medyanın Madonnasıyla bir ilgisi yoktur... Trollemeyin!
Yorumlar
Yorum Gönder